9 Ağustos 2014 Cumartesi

TEPPANYAKİ ALATURKA (ETİLER - İSTANBUL)


Teppanyaki Alaturka, Etiler semtine açıldığından beri gitmek ve pişirme şovlarını izlemek için can atıyordum. Japon mutfağında bir pişirme şekli olan teppanyakinin kelime anlamı tam olarak demir tavada ve az yağda pişirmedir. Günümüz teppanyaki restaurantlarında ise bu pişirme şekli düz yüzeyli ızgaralarda, misafirin gözü önünde yapılıyor.

Teppanyaki masaları (benzetmede hata olmazsa bir çeşit ocakbaşı denilebilir) pişirme ızgaralarının etrafına dizilmiş sandalyelerden oluşur ve burada oturan misafir sipariş ettiği yemeğin pişirilişini izledikten sonra yeme fırsatı bulur. Genelde de pişirme aşaması, şefin maharetini sergilediği bir şova dönüştürülmüştür. Şef hem şovunu yapmalı, hem de yemeği en lezzetli haliyle pişirmelidir. İzlemesinin çok keyifli olduğunu söyleyebilirim.

Daha önce farklı ülkelerde teppanyaki restaurantlarına gitmişliğim vardı, bu nedenle bu sisteme çok yabancı değilim. Hatta çok çeşitli ve güzel şovlar izlediğimden, aynı beklentiye Teppanyaki Alaturka için de sahiptim. Ancak ne yazık ki yazının devamında da okuyacağınız gibi, şova yönelik bir pişirme şekli yapılmadı. Şefimiz sakin sakin yemeğimizi pişirip servis yaptı...



Teppanyaki Alaturka'nın iç dizaynını çok beğendim, özellikle geniş ve ferah oluşu, masaların yerleşim düzeni, dekorasyonda kullanılan objeler ve kırmızı rengin hakimiyeti benden çok olumlu not aldı. Özellikle turuncu bir avize vardı ki, seyretmeye doyamayacağım harika bir estetikle yapılmıştı. Bir müddet avizenin güzelliğini seyrettiğimi de ekleyeyim.




Teppanyaki Alaturka'nın kapısında bizi vale karşıladı. Arabayı teslim ettikten sonra, restaurantın içerisine girerek garsonun gösterdiği yerlerimize oturduk. Daha oturmamızla sırtıma büyük bir soğuk dalgasının gelmesi bir oldu. Dışarıda yaz havası olmasına rağmen, içerisi o kadar soğuktu ki anında şal rica ettik. Yanlış anlamadıysam bizi klimanın püfür püfür estiği yere otutturmuşlardı ve bu nedenle bu kadar soğuğu hissettik. Bütün gece aynı soğuğun devam ettiğini ve ayaklarım buz keserek oturduğumu belirteyim.

Şallarımıza sıkı sıkı sarıldıktan sonra garson menülerimizi getirdi. Menüde onlarca çeşit set menüler sunuluyordu. Karışık et menüsünden, deniz mahsülleri, tavuk ve ördek menülerine kadar.. Ayrıca suşi de menüdeki yerini almıştı.

Arkadaşımla ortak karar alarak çorba, kaz ciğeri, ördek ve tatlıdan oluşan menüyü rica ettik. Bunların dışında arkadaşım ekstra olarak sebzeli noodle (yani sebzeli makarna), ben ise deep fried salmon (yani kızarmış somon) suşi çeşidini istedim.

Başlangıç ve restaurantın ikramı olarak masamıza fransız ekmeği - tereyağı - deniz tuzundan oluşan bir tabak ve yeşil salata geldi. Fransız ekmeğine bayıldım, yumuşacık ve sıcaktı. Deniz tuzunu ise oldum olası çok severim. Yumuşacık harika ekmeğime biraz tereyağı sürüp, hafifçe tuzladıktan sonra birkaç lokmada yiyip bitirdim :o) Tereyağının sunum şeklinden, ekmekle tuzun dizaynına kadar her şeye bayıldım. Tabağın öyle albenisi vardı ki zaten yememek imkansızdı.


Salata ise zeytinyağı ile harmanlanarak servis edilmişti. Arkadaşım salatasından bir çatal aldığı anda çatalı yerine bıraktı ve "çok tuzlu bu salata" dedi. Benim salatamda hiç tuz olmayıp, onun salatasının çok tuzlu olmasını da anlayamadık. Umarım korktuğumuz sebepten dolayı değildir: Ne yazık ki bazı restaurantlarda bu tür ikramlar, bir önceki müşteriden kalma ürünler eklenerek yapılıyor. Teppanyaki Alaturka'nın bu tür mekanlardan olmadığını ümit ederek, salatalarımızı bir kenara koyduk ve gece boyunca da bir daha dokunmadık.


Ardından çorbalarımız geldi. Menüde 4 çeşit çorba vardı ve garson bunlardan birini seçmemizi rica etti. Arkadaşım Asya Çorbası seçerken ben ise çok sevdiğim ve yemeğe doyamadığım Acılı Ekşili çorbadan rica ettim.

Her iki çorbanın da sunumu gerçekten çok güzeldi. Büyükçe bir kaşığı andıran çorba kasesi çok zevkli görünüyordu. Ve büyük iştahla çorbamdan bir kaşık aldım ki bir anda tüm hayallerim yıkıldı. Çorbanın içindeki sebzeler yanacak kadar çok pişirildiğinden hafif bir yanık kokusuna sahipti. Aynı zamanda sebzeler yine pişmekten püre haline gelmişti. Dokunduğum anda parçalanıyordu. Çorbanın nişasta miktarı o kadar fazlaydı ki çorbadan çok muhallebi kıvamındaydı. Sanırım şef elindeki soya sosunun tamamını tencerenin içine boşaltmış. Sebzelerin ve nişastanın kötülüğü yetmiyormuş gibi sadece soya sosu içiyormuşum gibiydi. Hangi marka soya sosunu kullandıklarını bilemiyorum ama bu markadan acilen vazgeçmelerini de öneririm. Hatta yemeğin kalitesini arttırmak ve Türk damak tadına uygun hale getirmek istiyorlarsa, Kikkoman markayı tercih edebilirler. Zannetmeyin ki bu çorbayı hayatımda ilk kez içiyorum. Öyle çok yerde, öyle farklı mekanlarda içtim ki artık ne olması ve ne olmaması gerektiğini çok iyi biliyorum. Kısaca bulamaç ve çamur halindeki çorbam çok kötüydü ve bir kaşık aldıktan sonra gerisini bitiremedim. Zaten ne mantar tadı geliyordu, ne sebze, ne de tavuk...


Arkadaşımın içtiği Asya çorbası, benim çorbama göre biraz daha iyiydi. En azından görüntüsü çamur gibi değildi. Ancak sebzelerin çok pişirilmesi sorunu bu çorbada da vardı. Halbuki uzak doğu mutfağında sebzeler neredeyse çiğ kalacak kadar az pişirilirler. Zaten bu nedenle de uzak doğu mutfağının sağlıklı olduğu söylenir. Asya çorbasındaki diğer sorun tuz oranıydı. Ucundan tatmamla ağzımın içine bir tuz dalgası yayıldı. Üstelik belirteyim, ben tuzlu yemek sevenlerdenim. Düşünün bana bile fazla geldiyse, kimbilir tuz sevmeyen birine nasıl gelir. Tahmin edeceğiniz gibi arkadaşım da tuzlu salatasının üzerine, tuzlu çorbayı içemedi ve bir kaşık alıp bıraktı.


Bari diğer yemeklerle doyarız diye kendimizi avuturken, şefimiz masadaki ızgaranın başına geçti ve kaz ciğerlerini pişirmeye başladı. Kaz ciğerleriyle beraber yeşil elma dilimlerini de aynı ızgaranın üzerine koydu. Tabi bir de daha geç pişen ördek eti de bakır tavanın içinde yer aldı. Şef hem elma dilimlerini, hem de kaz ciğerlerini ters yüz yaparak ızgara ettikten  sonra, çok şık tabaklara üstüste dizdi. Ve ardından uzaktan anlayamadığım bir sosu hooooop diye bütün yemeğin üzerine gezdirdi. Bu hareketini yadırgamadım değil, çünkü gittiğim bütün teppanyaki restaurantlarında sosu ekstra bir tabakla veriyorlar ki, yiyen kişi damak tadına göre ayarlayabilsin diye. Ve şefimiz nezaketle tabaklarımızı uzattı.


Daha bir lokma almamla içimin dışıma çıkması bir oldu. Çünkü üzerine gezdirilen sos vişne reçeli gibiydi. Hani kahvaltıya konulsa baya ekmek üzerine sürülerek tüketilebilir. Üstelik de benim gibi tatlıdan nefret eden birisi için gerçekten acı verici bir deneyimdi. Ağzımdaki lokmayı nasıl yutacağımı şaşırdım. Ardından kaz ciğerlerine bir şans daha vermek istediğimden, üzerindeki bütün vişne sosunu kendimce kazıyıp, temiz bir tabağın kenarına aldım. Masanın üzerinde bir müddet soya sosu aradıktan sonra, anladım ki burası sadece tuz ve karabiber sunuyor! Halbuki uzak doğu restaurantlarında aynı bizdeki tuz ve karabiber gibi soya sosu da olur. Sanırım "alaturka" ismini sadece masaya tuz ve karabiber koymak olarak algılamışlar. Halbuki alaturka "Türk damak tadına" uygun anlamında kavranmalı ve Türk sofralarında ete reçel dökmek gibi bir adet olmadığı düşünülmeliydi!!!


Neyse garsondan soya sosu getirmesini rica ettiğimde, bana küçük bir kasenin içine soya sosu dökerek getirdi. Birden garsona dönerek "etimin üzerine soya sosu gezdirmek istiyorum. Kaseden mi dökeceğim?" diye sordum. O da bana soruyla karşılık verdi "Bilemiyorum çay kaşığı getireyim mi????". Bu tavrın üzerine işi iyice samimiyete vurup "yok sen şişesini getir, ben ordan dökeyim" dedim. Hani bu konuşmayı bir esnaf lokantasında yapabilirsiniz. Ama kapıda valenin 20 lira mecburi para aldığı ve tek kişi 150 liradan aşağı hesap ödenmediği 5 yıldızlı lüks restaurantta olmamalıydı. Garsonun tavrına karşı olan sohbetimi daha fazla uzatmayarak, soya sosu şişesini alıp kaz ciğerinin üzerine bir miktar döktüm.

Kaz ciğeri çok kötü pişirilmiş, daha doğrusu pişirilememişti. Dışında hafif kabuğumsu bir doku oluşmuş, içi ise sulu  ve cıvıktı. Açlıktan gözüm döndüğü için tamamen mecburiyetten yedim. Ama soya sosunun tadının kötülüğüne bir kez daha şahit oldum. Gerçi ciğeri soya sossuz yemek daha kötü olabilirdi. Garson tabaklarımızı almaya geldiğinde "Nasıl buldunuz?" diye sordu. Uzuuuuuuun bir sessizlikten sonra, "çok kötüydü, her tarafı vişne reçeli kaplıydı. Üstelik zaten şekerli gıdalardan nefret eden biriyim.. Bu yemek hiç olmamış" dedim. Lüks Teppanyaki Alaturka'nın meşhur garsonu durumu "kusura bakmayın" diye geçiştirmek yerine ses tonunu değiştirerek "keşke şefe söyleseydiniz" dedi. "İyi de ben koyduğu sosun vişne reçeli olduğunu nereden bileyim ki. Bence şefin bize sorması lazımdı" diye cevap verdim. Aslında daha fazlasını söylemek isterdim ama arkadaşıma ayıp olmasın diye sustum.

Bu defa tüm ümidimi ördek etine bağladım. Şefimiz ördek etini dilimlere ayırdıktan sonra ızgaranın üzerinde yine ters yüz yaparak pişirdi. Tavaya ise soya filizlerini koydu. Servis yaparken önce soya filizlerini, üzerine de ördek etlerini yaydırdı ve tavada soya filizlerinin piştiği sosu, yine tüm yemeğin üzerini kaplayacak şekilde döktü. Büyük bir iştahla tabağımı alıp ucundan tatmamla yine içim dışıma çıktı. Çünkü ördek eti de tabir yanlış değilse portakal reçelliydi!!!! Gerçekten sanki bildiğimiz reçeli biraz sulandırarak üzerine dökmüşler gibiydi. Herhangi bir yemek için iğrençti demek istemiyorum, ama kırıcı olmayacak bir kelime bulmakta da zorlanıyorum. Bu restaurant asla alaturka falan değil, baya bildiğimiz Teppanyaki Fransız!!! Türk damak tadıyla herhangi bir alakaları yok! Ördek etinin bu şekilde sunumundan sonra tamamını bırakarak garsonu çağırdım. "Tabağı olduğu gibi kaldırır mısınız? Tatlı sevmediğimi söylemiştim ve ne yiyeceğimizi biliyordunuz. Keşke bu defa siz şefi baştan uyarsaydınız. Çünkü ben hayatımda hiçbir uzak doğu restaurantında etin üzerine direk sos dökülerek servis yapıldığını görmedim. Bu da sizin yetersizliğiniz" dedim .

Bu gerilimli anlardan sonra benim için ördeği tek pişirip bu defa sossuz ikram ettiler. Sonuç yine başarılı değildi. Ördek eti o kadar sertti ki ayakkabımı ısırsam, çiğnemem daha kolay olabilirdi. Bu nedenle yarısını yiyip, diğer yarısına dokunmadım (aşağıdaki resimde sossuz halini göreceksiniz. Sanırım içimin dışıma çıkmasından, soslu haliyle resmini çekmeyi unuttum).


Hem ben hem de arkadaşım aç olduğumuzdan başladık diğer siparişlerimizin gelmesini beklemeye. Hatırlarsınız belki başlangıçta ekstra olarak sebzeli noodle ve suşi siparişi de vermiştik. Sonucu söyleyeyim: Meşhur garsonumuz bu siparişleri tamamen unutmuş!!! Zaten içeride toplasanız misafir olarak 10 kişi vardı. Anlayacağınız bu 10 kişiye bile 3 garson bakmayı başaramadı! Unutma durumundan sonra garsonu çağırıp "suşi siparişim vardı, ne oldu?" diye sordum. "Suşi mi istiyorsunuz oldu getireyim!" diye cevap verdi!!! Sanki siparişi yeni veriyormuşuz gibi yaklaşımını da ayakta alkışlamak istedim...

Suşimiz de masadaki yerini aldı. Sunumu çok güzeldi, zaten bu mekanda tek güzel şey sunum ve dizayn. Gerisini boş verin diyebilirim. Kızarmış somonlu suşimden yemeğe çalıştım ama bir lokmada ağzıma atamayacağım kadar büyüktü. Bu nedenle ikiye bölerek yemeği tercih ettim. Suşinin yanında getirilen wasabi (bir çeşit acı hardal) çok sulu yapılmıştı. Halbuki biraz daha katı sunulması gerekiyordu. Wasabinin de başarısızlığından sonra mutfaktaki ana şefin uzak doğulu olmadığını düşünmeye başladım. Neyse konuya fazla takılmayarak suşimden bir lokma aldım. Sonuç: somon o kadar çok pişirilmiş ki, kuruya kuruya kendinden geçmiş, daha çok samanlı bir tadı var gibiydi. Ayrıca çıtır kısımlar da suşiye çok az konulmuş ve tat vermiyordu.


Suşiyi de bitiremeyip, menünün son aşaması olan tatlı kısmına geldik. Zaten içim dışım tatlı olduğundan bu aşamadan sonra sadece yeşil çay istedim. Çayın sunumu ve içindeki süzgeçi çok güzeldi. Hatta hem arkadaşım, hem de ben nereden aldıklarını öğrenmeye çalıştık. Yeşil çayı beğendiğimi söyleyeyim. Ve ağzımdaki kötü tatları geçirmesi için koca koca yudumlar halinde içtim diyebilirim.



Arkadaşım ise kızarmış dondurma tatlısı rica etti. Bütün akşam önümüzde hiçbir şov yapmayıp sadece yemekleri pişiren şefimiz, ilk kez alevli bir şov sundu. Hem ananas dilimi hem de üzerine koyduğu vanilyalı dondurma alevler arasından çıktıktan sonra tabağa alınarak arkadaşıma servis yapıldı. Dondurmanın vanilya miktarı arkadaşıma çok fazla geldi. Hatta "sadece vanilya yiyiyormuşum gibi hissettim" diye de yorumda bulundu.


Bu arada fotoğraflarla size alev şovunu da yaşatmaya çalışayım:







Tüm yemekler bittikten sonra ise şefimiz ızgaranın üzerini çok detaylı bir şekilde temizleyip pırıl pırıl hale getirdi.

Bu başarısız yemek akşamımızdan sonra ev kirası gibi bir faturayla karşılaştık. Hadi bu faturaya bir şey demiyorum ama, kendi bünyelerinde çalıştırdıkları valelerin, zoraki olarak 20 tl istemeleri bana çok dokundu. Bu kadar lüks bir restaurantta vale mekanın misafirleri için çalışıyorsa ve yemek hesabı zaten altınla tartılmış gibi getirildikten sonra para istenmemeliydi.

Sonuç olarak beni bir daha hiçbir güç Teppanyaki Alaturka'ya getiremez ve bu yemekleri yemeğe zorlayamaz. Hem yemekler kötü, hem de bu kadar pahalı olunca eminim birçok kişi de gitmekten vazgeçecektir. Zaten restauratın neden sürekli boş göründüğüne de şaşırmamak gerekir.

Güzel günler dilerim :o)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder